Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 41,0768 | 41,1508 | |
EURO | 47,8603 | 47,9465 |
Bugün: | 44 |
Dün: | 110 |
Toplam: | 3723 |
İklim Yasasına Karşı Eleştirel Bir Yaklaşım: İyi Niyetli Bir Müdahalenin Görünmeyen Yüzü
İklim yasaları, dünyada çevre krizlerine karşı geliştirilen yasal düzenlemelerin başında gelmektedir. Ancak bu yasalar, kamuoyunda genellikle “sorgulanamaz doğrular” gibi sunulmakta, eleştirel bir değerlendirmeye yeterince tabi tutulmamaktadır. Oysa özellikle gelişmekte olan ülkelerde, bu yasaların sosyoekonomik etkileri çok daha karmaşık, derin ve zaman zaman yıkıcı olabilmektedir. Bu yazıda, iklim yasasının olumsuz yönleri ve sakıncalı sonuçları, somut örneklerle ele alınacaktır.
Farklı iklim modelleri (örneğin IPCC'nin RCP senaryoları) birbirinden çok farklı sonuçlar üretmektedir.
Bazı akademisyenler, iklim değişikliğinin bölgesel ve doğal döngülerle de açıklanabileceğini savunurken bu görüşler kamuoyunda dışlanmaktadır.
Bilimsel tartışma alanı daraltılarak, yasalar tek tip bir ideolojik çerçeveyle hazırlanmakta, alternatif çevre politikaları değerlendirmeye alınmamaktadır.
Bazı sanayi kuruluşları enerji maliyetlerinin aşırı artması nedeniyle üretimlerini Doğu Avrupa’ya kaydırmıştır.
Hane halkı enerji faturaları %30’un üzerinde artmıştır.
Fosil yakıtlardan hızlı çıkış, şebeke dengesizliklerine ve enerji arzında belirsizliklere neden olmuştur.
Türkiye açısından bakıldığında:
İklim yasası çerçevesinde hedeflenen sıfır karbon senaryosu, Türkiye'nin mevcut ekonomik yapısıyla uyumsuzdur.
Türkiye’nin en büyük termik santrallerinden biri olan Afşin-Elbistan gibi bölgelerde, binlerce insan geçimini bu santrallerden sağlamaktadır. Aniden kapatılmaları, bölgesel işsizlik patlamalarına yol açabilir.
Ayrıca Türkiye’nin %70’e yakın enerji ithalatına bağımlı olması, fosil yakıtların hızlı şekilde terk edilmesini ekonomik olarak yüksek riskli hale getirmektedir.
Karbon ticareti sistemleri, büyük şirketlerin “karbon kredisi” satın alarak kirletmeye devam etmesine olanak tanır. Örneğin, Amazon ve Shell gibi şirketler, tropikal bölgelerde ağaç dikimi kredisi alarak faaliyetlerini sürdürüyor.
Bu sistemler, fiilen çevreyi korumaktan çok, yeni bir finansal pazar yaratmakta ve çevreyi bir ticaret enstrümanı haline getirmektedir.
Türkiye’de de bazı büyük holdingler, “yeşil enerji projeleri” adı altında doğal alanlarda HES ve RES projeleriyle ekosisteme zarar verirken yasal koruma kalkanı altında hareket etmektedir.
Elektrikli araçlar için teşvikler, çoğunlukla büyükşehirlerde yaşayan ve üst gelir grubuna mensup bireylerin faydalandığı ayrıcalıklardır. Anadolu’da yaşayan düşük gelirli vatandaşlar için bu araçlar hâlâ ulaşılamaz durumdadır.
Tarımda getirilen karbon salımı kotaları, küçük çiftçileri doğrudan etkilerken, büyük tarım şirketleri bunları daha kolay aşabilmektedir.
Zorunlu enerji verimliliği uygulamaları (yalıtım, cihaz değişimi) yüksek maliyetli olup, bu giderler doğrudan tüketiciye yansımaktadır.
Gelişmekte olan ülkeler, bu anlaşmalarla karar mekanizmalarına yeterince katılamadan taahhüt altına girmektedir.
Türkiye, Avrupa Birliği ile olan ticaret ilişkileri nedeniyle karbon düzenleme mekanizmasına uymak zorundadır. Bu da AB dışı teknoloji ve finansman kaynaklarına bağımlılığı artırmaktadır.
Ulusal enerji politikalarının dıştan yönlendirilmesi, enerji güvenliği ve stratejik bağımsızlık açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Sonuç: Çevreyi Korumak Yasayla Değil, Bilinçle Olmalı İklim yasası, her ne kadar çevreci bir mantıkla sunulsa da, içeriği ve uygulanma biçimi ile birçok ekonomik, sosyal ve stratejik riski içinde barındırmaktadır. Doğaya duyarlı olmakla birlikte, bu yasaların:
Eleştirel bir gözle değerlendirilmesi,
Yerel gerçekliklere uygun hale getirilmesi,
Dayatmacı değil teşvik edici biçimde kurgulanması
gerekmektedir.
Zorunlu değil bilinçli bir çevre politikası, hem doğayı hem toplumu korumanın daha adil ve sürdürülebilir yoludur.